29 Haziran 2012 Cuma

Kırmızı Saçlı Kozalaklı Bebek

                                       


                                              




                               





                               

          Pazar günü Ilgaz Dağında, 3500 m yükseklikteydim, doruktayken nefes alamadım rüzgardan ve tabi     mutluluktan . Ilgaz gezim başka bir yazının, tam tepeden aldığım taş başka bir fotoğrafın konusu. Ama bu kırmızı saçlı bebeğimin elindeki kozalak Ilgaz ormanındaki dev çamlardan, o taze, gür, serin ormandan..



28 Haziran 2012 Perşembe

Hareket İyidir..


                                                                                                                                                                                           
                                                                                                                                                                                           
                               
                                                                                                               Model, Nazlı Özdemir
 


     ...kesinlikle ormana..


                                  

                                                                                                     Model: Filiz Orhan




      ...bazen çırpınarak, kendi boşluğunda...



                                  
                                                                                                           Model: Barış Yıldırım



         ...komik, eğlenceli  absürdlüklerde...



                                    
                                                                                            Model: Seyhan Çirkin





          ... sırtında canlı bir renk cümbüşüyle,
                           
                                                             ... hareket iyidir.



                         
                                                                                                 Model: Canan Özdemir



                Bazen (aslında hemen hergün) geçmek bilmez sıkıcı mesai saatlerinde daha da güzeldir. Zamanı unutturur, özgür kılar.



                                                                 

22 Haziran 2012 Cuma

Resim Okumaları II

                                         ARNOLFİNİLERİN EVLİLİK TÖRENİ


         Üniversitedeyken Sanat Tarihi derslerinde bir çok yapıt okuması yapmıştık. Her yapıt, döneminin yaşamsal özelliklerini, sosyal ilişkilerini, sanat gündemini o kadar iyi yansıtıyordu ki… Eserler hakkında yaptığımız bu incelemeler, yorumlar, sohbetler benim için bu yüzden önemliydi. Tüm gördüğümüz eserler arasında birisi beni çok düşündürmüştü; “Arnolfinilerin Evlilik Töreni”. İşte şimdi bana bu yazıyı yazdıran tüm o düşüncelerdir.
 Şöyle ki;



                                  



    Eser  Flaman ressam Jan Van Eyck tarafından 1434 yılında yapılmış. 1390- 1441 yılları arasında yaşamış olan ressam, sanat yaşamında kısa sürede üne ve servete kavuşup, gösterişli bir burjuva hayatı sürmüş. Birçok sanat tarihçi  yağlı boyayı Eyck’ ın icat ettiğini söyler. Bu konuda bir kesinlik olmasa da Eyck’ ın yağlı boyaya yepyeni bir teknik kazandırdığı ortada. Ressam reçine ile karıştırdığı boyayı üst üste incecik tabakalar halinde kullanarak eserlerine inanılmaz bir ayrıntı gücü ve ışık oyunu kazandırmış. Eyck eserlerinde nesneleri en ince ayrıntısına kadar, delice bir titizlikle boyamış.

   Arnolfinilerin Evlilik Töreni Eyck’ ın  sanat anlayışını ve resme getirdiği yenilikleri çok iyi yansıtan tipik bir kült eser. Eserin yarattığı en büyük yenilik  resim sanatını Ortaçağın gelenekçi dinsel anlayışından koparması. O güne kadar konularıyla kiliseye hizmet eden resim sanatının  tek işlevi, mucizevi sahneleriyle ve yüceliğiyle orta sınıfı büyülemek, kendinden büyük bir güce tapmasını ve bunu yaparken kilisenin yaşamları üzerinde kurduğu erki hiç sorgulamamasını sağlamaktı. Bu anlayış sonucu yapılan tüm resimler dinsel sahneler içerirdi. Resimlere gerçek hayatta yer almayan doğa üstü ulu figürler ve mekanlar konu olurdu.
         Ancak resim sanatı Eyck’ın bu eserinden sonra, bir süre, büyük burjuva sınıfa,  onların yaşamlarının ne denli gösterişli, mal varlıklarının ne denli çok olduğunu diğer insanlara göstermeye hizmet edecekti.
        Arnolfinilerin Evlilik Töreni o dönemdeki sanat anlayışına tüm bu nedenlerden dolayı yenilik getirdi. Öncüllerinden konu olarak da teknik olarak da çok farklıydı ve ardıllarını çok etkiledi. İlk kez bir resme herhangi bir misyonu olmayan sıradan insanlar (Giovanni Arnolfini Flander zengin bir tüccardı) ve onların sıradan ev içi ( hatta yatak odaları) mekanları konu oluyordu.
      Eser evli bir çifti yatak odalarında nikah tazelerken, birbirlerine verdikleri evlilik yeminini tekrarlarken resmeder. Eserde yer alan objelerin (bir köpek, pencere önünde meyveler, bir çift takunya, avize ve üzerinde yanan tek bir mum, ayna ve bir yazı, arkada bir sandalye, üzerinde bir ikon, yatak, süpürge, tesbih, arkada gelinin kırmızı terlikleri ) hiç de tesadüfen orda bulunmadığı gayet açık. Eser bu güne kadar bir çok sanat eleştirmeni tarafından, içinde bulundurduğu nesneler ve o nesnelerin simgelediği anlamlar açısından incelenmiş, eser üzerinde bir çok “okuma” yapılmış. Ben eserde, sanat ilkelerini tek tek aramak ve yorumlamak, esere pedagojik bir eleştiri yapmak istemiyorum. Ancak bu eseri okurken, içerdiği simgeleri aramamak, bu simgelerin içerdiği anlamlar üzerine düşünmemek sanırım imkansız. Arnolfinilerin Evlilik Töreni’ni bu kadar önemli ve popüler tutan sanırım bu “simge avı oyunu”.
        Eyck’ın mekan olarak bir yatak odasını kullanması çok manidar. Yatak odası, yabancıların pek girmediği  kutsal ve mahrem bir yerdir. Zaten çiftin hemen sağında duran  gelişi güzel (günlük hayatın sıradanlığı ve  resim için kompozisyon oluşturulurken nesnelere hiç dokunulmamış, düzeltilmemiş izlenimi vermek için özellikle dağınık) bırakılmış takunyalar, yatak odasının ayakkabıyla girilmeyecek kadar kutsal bir yer olduğunu belirtir. Köpek Arnolfini’lerin birbirlerine ne kadar  sadakat duyduklarının bir simgesi. Meyveler cennet bahçesindeki meyvelere, masumiyete bir gönderme. Avizede yanan tek kandil, her şeyi gören tanrının gözü olarak yorumlanır. Duvardaki ayna saflığı simgeler. Sandalyenin üzerindeki ahşap ikon Aziz Margaret’dir, Arnolfini’ler dinine bağlı bir çiftdir ve Aziz onların ve doğacak çocuklarının koruyucusudur. Tesbih de dini, süpürge  kötü ruhların kovulmasını anlatır.
     “Resimde yer alan nesnelerle birlikte sanatçı, cinsel aşkın saygılı bir şekilde anlatımını, evlilik yoluyla kutsallaştırmaktadır”*
    Tüm bu yönleriyle eser, kurum olarak dini, evliliği çok iyi anlatıyor. Tanrının gözü terliklerimizi rahatça savurabildiğimiz yatak odamızda bile üzerimizdedir. Evlilik de gözü her an üzerimizde olan bir kurumun, dinin, onu bütünleyen bir uzantısıdır. Dinin bize tepemizdeki tanrının gözüne koşulsuz bir teslim oluşla açtırdığı ellerimizle, kocasının eline, tam bir sadakatle teslim olarak elini bırakan kadın arasında bir fark yoktur aslında…
      

18 Haziran 2012 Pazartesi

Bir Yarığın Masalı

                                   


                             



       "Bir kadın varmış. Bir yarığın iki yanında yaşarmış. Kendisine değen her şeyi yarığın bir yanına atarmış. Ama her zaman bilene gönül indirmez masal; her zaman bilenin bilmediği yerde başlar. İşte bu kadının masallığı da oymuş ki, bazen eline geçeni ne yana atacağını bilemezmiş. O zaman işte yarığın dibinde yaşarmış. Aslında ilminin en derin yerini de orada edinmiş; yarığın dibinde. 
Dibindeyken gökyüzüne açılan kollara benzeyen yarık, başındayken bir uçuruma benzer, “uçurum” adına yaraşır keskinlikte derinleşirmiş. Dibindeyken iki yanına tırmanmak da eşit zorlukta ve çekicilikteyken, tepesindeyken ya kanat diletirmiş ya da ölüm. Kadın onca ilmiyle bu işi çözememiş. Bilirken kanadım yok; bilmezken bacaklarım yol çağrısıyla capcanlı. Bilirken ölüm açılmış bir kucak gibi seslenir durur bana; bilmezken yol çağrısı gökyüzüne kadar varır. Bilirken dilim bir uçurumdan aşağı akar, kendi ölümüne; bilmezken dilim maviye bulanmış kahverengi kadar sırlı. Oysa bilmek değil mi tüm bu nöbetin amacı? Nedir bilmekle yitirdiğim? Nedir yarığın dibindeyken başında olmayan şey? Nedir soruyla parlayıp yanıtla ışığını yitiren şey? 
      Soru içine işledikçe ne yarık kalmış, ne yol; ne gökyüzü kalmış, ne kol. Yüreği, ilminin mahzeni, ışığını yitirmiş. Dili, ilminin deresi, çağlamaz olmuş. Gözleri, ilminin kapısı, yitirmiş kulpunu, tokmağını. Nefesi, ilminin ılığı, soğumuş, yanmış, soğumuş, yanmış, soğumuş, yanmış. 
Kadın bilirmiş kül olmayı da, kuş olmayı da. İlminin dibi bu bilgiyle işliymiş. Çok kül olmuş, çok kanat vurmuş kendi külünü savurmaya. Bu sorunun kapısında terledikçe, soğudukça bilmiş ki kadın, 
bilmiş ki, 
kadın bilmiş ki, 
kadın,
bilmiş ki,
bu son sorudur artık. Ya yanıtı verilecek ve sonrası gölge de seren, ateş de veren derin vaha; ya olmayacak yanıt ve sonrası gölgesiz ve ateşsiz yokluk. Bilmiş ki, bu son imtihan. "







                                                                       (Masalı yazan da, sonra geçip bana poz vererek, görüntüsüyle       tamamlayan da ablam Pelin Temur.)



















15 Haziran 2012 Cuma

Kalabalıklar..

                            


                           


                            Çıplak ol(kal)mak ne zor, bir dünya elbise içinde.




                                                                                    Model: Arzu Özdemir







9 Haziran 2012 Cumartesi

Bir düş gördüm düşümde..

                                       
                                         
                                              " Uyanmış iniyor rüyanın öte yakasından aşağı."

                                                                                  Victor Hugo, Sefiller






            "Bir yıldız için  nebula neyse düşünce için o olan gündüz düşü, uykunun yanı başında konuşlanır ve uykunun sınırı olarak onunla yakından ilgilidir. Yaşayan saydamlıklarla dolu bir atmosfer: İşte bilinmeyene bir başlangıç. Ama onun ötesinde Mümkün Olanlar Diyarı uzayıp gider, hem de uçsuz bucaksızca. Başka varlıklar, BAşka gerçeklerdir orada olan. Doğaüstü bir yanları yoktur, sonsuz doğanın esrarengiz devamıdırlar yalnızca... Uyku Mümkün Olan'la temas halindedir, ki ona olası olmayan deriz.Gecenin dünyası bir dünyadır. Gece gece olmaklığıyla bir evrendir. ... Bilinmeyen dünyanın karanlık şeyleri, ister hakiki iletişim yoluyla olsun, ister uçurumun erişilmez uzaklıklarının hayali bir büyüteç altında büyümesi yoluyla olsun insana komşu oluverirler... ve uyuyan kişi, tam olarak görmeden, hepten bilinçsiz de olmadan bir anlığına o yabancı hayvansallıkları, tuhaf bitki örtülerini, korkunç ya da parlak solgunlukları, hayaletleri, maskları, siluetleri, çok başlı yılanları, karambolleri, aysız ay ışıklarını, muğlak mucize bozumlarını, karanlık derinliklerde serpilip büyüyenleri ve ortadan kaybolanları, gölgede süzülen şekilleri- adına Rüya Görmek  dediğimiz ve aslında görünmez bir gerçekliğin yakına sokulmasından başka bir şey olmayan bütün o gizemi görür. Rüya Gece'nin akvaryumudur."

                                                                                          Victor Hugo 

 


                               

              "Gerçekliğin ruhumuz bile duymadan belki de sürekli değiştiriliyor, yineleniyor olduğunu-ama bizim bunu bilmediğimizi, bu bilgiye yalnızca rüyayı görenin ve rüyadan haberdar olanların vakıf olduğunu düşündünüz mü hiç?"

                                                           Ursula Le Quın, Rüyanın Öte Yakası

                             
                          
                              

             "Bilinç altından korkma sakın! Kabuslarla kaynaşan karanlık bir lağım çukuru değil o. Hiç alakası yok! Sağlığın, hayal gücünün, yaratıcılığın pınarıdır bilinçaltı. Bizim adına 'kötülük' dediğimiz şey uyugarlığın, onun kısıtlamalarının ve baskılarının bir ürünüdür asıl; bunlar kişiliğin kendini özgürce, kendiliğinden ifade etmesini engeller."

                                                                                   Ursula Le Quın, Rüyanın Öte Yakası




                   

                                                                                     (Kadim modelim; Nazlı Özdemir..)



5 Haziran 2012 Salı

Gidelim..















               Bazı zamanlar yolda yürürken, kaldırımın kenarına bırakılmış ayakkabılar görüyorum. Hepsinin fotoğrafını çekip biriktirmeye karar verdim. Bu da başlangıcı olsun birikecek tesadüfi ayakkabılar fotoğraflarının.






                  Şimdi; eğer evren birbirine geçmiş sarmal olaylar zinciriyse,  aslında sebep-sonuç ilişkisi şu an kavradığımız gibi değilse, hem tesadüf diye birşey de yoksa, tesadüf diye niteleyebileceğimiz şeyi biz ya da bizim içinde bulunduğumuz bir durum çağırıyorsa... Bu eski ayakkabılar bana geliyor demektir, ayakkabı neden giyilir ayağa? Yola çıkarken, giderken..
                                                Evren bana git diyor sanırım..  O zaman ben gideyim ya..






1 Haziran 2012 Cuma

Kırmızı Saçlı Kelebek Bebek



Nihayet uzun bir aradan sonra bebek yapabildim. Kırmızı Saçlı Kelebek Bebek'in serüveni şöyle;



Bahçemizde bir kelebek bulduk Toprak'la. Epeyce yaşlıydı (bir kelebek bir günlük ömründe ne kadar yaşlı olabilirse o kadar işte). Ölmek üzereydi galiba. Toprak onu yerden alıp güvenli rahat bir yere koydu. Bir de isim verdi ona; 'Canımıniçi'. Ona anlattım kelebeklerin bir günlük ömürleri olduğunu, onların zamanın ilerleyişinin biz insanlarınkine hiç benzemediğini. Toprak'ın dokuz yaşındaki çocuk zihni henüz ölümü bile anlayamamışken, zamanın göreceliğini, hatta belki zaman diye birşey olmadığını, bunu bir gün öleceğini bilen tek canlılar olan biz insanların uydurduğunu anlamasını bekleyemeyiz elbette. Anlayamadı da zaten, kafası karıştı. Gün içinde sık sık kontrol etti Canımıniçi'ni, onu kedilerden korudu, rahat etsin dinlensin istedi ama tabi ölümden koruyamadı.